Said Nursî,[1][2] (Bediüzzaman Said Nursî,[3] nüfus kaydında Said Okur [4]) (d. 5 Ocak - 12 Mart 1878[5], Hizan, Bitlis - ö. 23 Mart 1960, Şanlıurfa) Kürt kökenli Türk İslam alimi ve tefsir yazarı. Risale-i Nur Külliyatı'nın yazarı ve Nur Cemaati'nin ilk lideri (yada "üstadı") olarak ünlüdür. Yaşadığı dönemin İslam uleması tarafından 15 yaşındayken verilen "Bediüzzaman" -zamanın en iyisi- lakabı,[6] [7] zamanla ismiyle birlikte anılmıştır.
Nursi, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklandı, yargılandı ve suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ricası üzerine Ankara'ya giderek kendisiyle görüştü ve bir süre Ankara'da ikamet etti. Daha sonra Van'a yerleşti. Şeyh Said'e isyan etmemesini telkin etmesine rağmen Şeyh Said İsyanı sonrasında takibe alındı ve Barla'ya sürgün edildi. Daha sonra'da Burdur, Isparta, Kastamonu ve Emirdağ'a yazdığı bazı kitaplar sebebiyle sürgün edildi. Kitaplarından dolayı yargılandığı dönemlerde aylarca Eskişehir, Denizli, Afyon hapishanelerinde tutuklu kaldı ancak beraat etti.
23 Mart 1960'da Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa'daki Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. Ancak 12 Temmuz 1960'da 27 Mayıs Darbesi hükümetinin emriyle mezarı yıktırıldı ve açıklanmayan bir yere (muhtemelen Isparta Şehir Mezarlığı[8] ) nakledildi.[9]
Takipçilerine "Nurcular" mensubu oldukları gruplara "Nurcu cemaatler" denir. Nurcular, Said Nursi'nin Risale-i Nur eserlerini ve bunlarda anlatılan dini fikirleri duyurmayı görev bilirler.[10]
Nursi, hayatının "Eski Said", "Yeni Said" ve "Üçüncü Said" olmak üzere üç dönemden oluştuğunu ifade eder. Eserlerinde, 45 yaşına kadar olan hayatını "Eski Said" dönemi olarak ifade etmiştir. Eski Said, imani yöntemlerle birlikte İslamiyete siyaset yoluyla da hizmet edilebileceği fikriyle hareket etmiştir. Daha sonra, zamanın gelişen olayları onun bu fikrini değiştirmiş ve siyasetten tamamiyle çekilmiştir.[11].
Eski Said'in "Yeni Said"'e geçişinde, Said Nursi'nin, Abdulkadir Geylani'nin Fütuh'ul Gayb isimli kitabından aldığı ders önemli rol oynamıştır.[12] Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük kısmı Yeni Said döneminde yazılmıştır. Said Nursi, Eski Said ile Yeni Said dönemlerini "Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder." diye özetlemektedir:
1948'deki Afyon hapsinden sonraki hayatını ise "Üçüncü Said" dönemi olarak ifade etmiştir.[13]
İlk eğitimini Nurs köyünde, ağabeyi Molla Abdullah'tan almıştır. Dokuz yaşında (1887) Tağ Köyü’ndeki Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesinde öğrenim hayatına başladı. 1888'de medrese eğitimini tamamladı.[14] Tarihçe-i Hayat isimli eserinin "İlk Hayatı" kısmında, izzetine çok önem verdiği ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediği bu nedeniyle Tağ köyü medresesinden ayrıldığı ve köyüne geri döndüğü yazılmıştır. Köyüne döndükten sonra, haftada bir ziyaretlerine gelen ağabeyi Molla Abdullah'ın verdiği dersleri takip etti. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca Molla Mehmed Emin Efendi Medresesi, Mir Said Veli Medresesi, Molla Fethullah Efendi Medreselerinde eğitim aldı. Risalelerinde, bu süre zarfında Kur’an’ı hatmettiğini, sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a kadar okuduğunu, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördüğünü, bu eğitimi sırasında her gün günde üç saat meşgul olarak yüze yakın kitabı okuyup ezberine aldığını, medreselerde eğitimi yapılan kitaplar dışında pek çok başka kitabı da okuduğunu yazmıştır.[15][16][17][18][19][20] Daha sonra icazetini aldığı ve sonra Doğubeyazıt’tan ayrıldığı bildirilmektedir.[21] Bu sırada arkadaşları ve bazı hocalarıyla olan tartışmaları ve kavgaları sebebiyle medrese eğitiminde aksamalar olmuştur.[22] Bir gün Said Nursi'yi öldürmek için Cezire Ağa'sının hizmetçisi hançerine davrananınca Said Nursi silahına davranır fakat muhatabında hareket görmeyince onu soğuk suya batırıp çıkarır.[23] Daha sonra köyüne dönen Said Nursi kışı köyünde geçirir.
Bir gün rüyasında kıyametin koptuğunu görür, sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir: Rüyasında "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" diye düşünür, ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberleri teker teker görür ve nihayet Muhammed'i ziyaret ettikten sonra uyanır.[24] Bu rüyadan etkilenerek tekrar eğitimine devam etmek istediğini babasına söyler, babasının izniyle Müküs ocağındaki Mir Hasan Veli Medresesine gider.
Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anladığı, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberine aldığı ve ilmi münazaralardan galip ayrıldığı gibi özelliklerinden etkilenen Molla Fethullah Efendi, Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabını vermiştir.[25][26][27][20]
Risalelerinde, bu dönemden sonra Bitlis’e gelen Said Nursi'nin ilmi alt yapısı ve farklı kişiliğinin, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çektiği ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis edildiği yazılmıştır.[28] Risale-i Nur kitapçıklarından alınan bilgilere göre burada iki yıl ilmi çalışmalar yapan Said Nursi daha sonra Van Valisi Hasan Paşa tarafından Van'a davet edilmiştir ve Van'da on yıl kadar ilmi çalışmalarına Vali Konağı'nda devam etmiştir. Hasan Paşa'nın valilik görevini bırakmasından sonra İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve Said Nursi konağın kendisine ayrılan bölümünde çalışmalarına devam etmiştir.[29] Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, kendi medresesi olan Horhor Medresesi'nde de talebelerine ders vermekte olduğu da kendi eserlerinde anlatılmaktadır.[30][31][32]
Said Nursi, fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelir. Mısır'daki El Ezher Üniversitesine kardeş olarak tarif ettiği bu üniversiteye Medresetüz-Zehra adını vermiştir. Bediüzzaman kendi deyimi ile İslam coğrafyasının merkezinde bu üniversiteyi kurarak din ilimleriyle fen bilimlerinin birlikte okutulmasını hedeflemiştir. Medresetüz-Zehra'nın Arapça, Türkçe ve Kürtçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir.[33] İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşmiştir.[34] Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sunan Said Nursi'nin bu talebi için hükümet bir teşebbüste bulunmadı. İstanbul'a gelişinden iki ay sonra Fatih'te bulunan Şekerci Hanı'na yerleşen [35] Said Nursi, odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkül hallolunur; fakat sual sorulmaz” şeklinde bir yazı asarak ilmi bilgisini kanıtlamak istedi.[36]
Van'da Medresetü’z-Zehra isimli bir okul kurma fikrini gerçekleştirebilmek için 1907 yılında II. Abdülhamit'e istida vermek amacıyla selamlık törenine üzerinde yöresel kıyafetleri, başında sarığı ve hançeri ile katıldı. Bu hareketi neticesinde önce tutuklandı daha sonra akıl hastahanesine kapatıldı.[37] 1907'de serbest kaldıktan sonra keskin bir Abdülhamit muhalifi olarak İttihat ve Terakki Cemiyetiyle irtibata geçmek için Selanik'e gitti. Selanik'te cemiyetin önde gelen isimlerinden daha sonra Selanik Mebusu olacak olan Emanuel Karasso ile ve cemiyetin diğer önderleri ile görüştü.[38] Selanik'de Meşrutiyetin İlanı'ndaki kutlamalarda II. Abdülhamit idaresine karşı hürriyet nutukları söyledi. Nutuklarında hürriyet'in gelmesinden önce Gebermiş İstibdadı muhafaza için şeriat meselesinden geri adım atılmış olduğunu söylemişti.[38] Bu dönemde Osmanlı Devletinin güvenlik ve istihbarat kurumu olan Teşkilat-ı Mahsusa'da görev aldığı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olduğu yazılmıştır.[37][39][40] Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 1915 yılında Bitlis'de Rus Cephesinde görevlendirildiği, Libya'ya gönderildiği tarihçi Cemal Kutay tarafından yazılmış ancak bu görevlendirilme bilgisinin doğru olmadığı yönünde itirazlar olmuştur.[41]
1907'de eğitimle ilgili islam ve bilimi eksen alan projelerini Sultan V. Mehmet'e sunmak üzere İstanbul’a geldi. Van'da kurmayı planladığı Medresetü'z Zehra padişah tarafından kabul gördü ve ödenek ayrıldı.[42]
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldi. İstanbul'da Derviş Vahdeti'nin Volkan Gazetesi'nde yazdı. İslamcı bir siyasal parti olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın (Fırka-i Muhammediye) kurucuları arasında yer aldı. Volkan Gazetesi bu fırkanın yayın organıydı. 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1323) tarihinde 31 Mart Vakası patlak verdi. Selanik'ten gelen Hareket Ordusu aradan 11 gün geçtikten sonra isyanı bastırabildi. Bazıları İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın ileri gelenleri olmak üzere isyanı çıkaranlar ve Derviş Vahdeti ile birlikte Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı, Derviş Vahdeti ve 16 kişi idam edildi, Said Nursi davadan beraat etti. Serbest kaldıktan sonra Serbesti Gazetesi'nde "ordunun ruhu ve ülküsünün okullu subaylar olduğunu, bunlara isyan etmenin cinayet olduğunu" yazmıştır.[43] İsyanın ardından Batum üzerinden Van'a gitti. 1911 yılında tekrar İstanbul’a döndü.
1911'de Şam, Emevîye Camii'nde büyük bir hutbe okudu. Bu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.
1915-1917 arasında Osmanlı-Rus Savaşında Kafkas Cephesinde gönüllü alay komutanlığı (albay) olarak Birinci Dünya Savaşı'na katıldı.[44] 1916'da Bitlis savunması esnasında yaralanarak Ruslara esir düştü. Bir yılı aşkın çeşitli Rus esir kamplarında esarette kaldı. 1917 yılında Kostroma Esir Kampı’nda iken kaçarak İstanbul'a döndü. İstanbul'a döndükten sonra zamanın en üst Fetva kurulu olan Dar-ül Hikmet-ül İslamiye'de görev aldı.
Kürt Teali Cemiyeti'nin üyeleri[45][46][47] Said Nursi'yi cemiyetlerine davet etmişlerdir. Ancak Nursi bu teklifi cemiyete gönderdiği bir mektupla reddetmiştir.[48][49] [50] 15 Şubat 1919 tarihinde sonradan Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alan Cemiyet-i Müderrisîn'in Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet Efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte kurucu azaları arasında yer aldı.[51][52] 1919'da Mesnevî-i Nuriye adlı eserini yazmaya başladı.
Mustafa Kemal'in ve Eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 9 Kasım 1922'de Ankara’ya gitmiş ve bir süre Ankara'da ikamet etmiştir.[53] Milli Meclis'in 2. oturumuna dinleyici olarak katılmıştır.[54] Ancak, Milletvekillerine yaptığı on maddelik beyannamede "Türkiye'nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği" çağrısı bazı kişiler tarafından sert olarak karşılandı.[55][56] Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı. Ankara’daki çalışmalarından sonra 17 Nisan 1923'de talebe yetiştirerek münzevi bir yaşam sürmek üzere Van’a gitti. Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.[57][58]
Nursi, I. Dünya Savaşı sonlarında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması günlerinde, 1918 yılında İstanbul’a geldi. Mütareke İstanbul’unda Boğaz’da Çamlıca’daki evini yeğeni ve aynı zamanda sekreteri olarak görev yapan Abdurrahman ile paylaşıyordu. Bu dönemde Said-i Nursi, İstanbul’da, Kürdistan Teali Cemiyeti’ni ve Kürt Neşriyat Cemiyeti’ni kurmaya zaman ayırmıştır.[59] İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından Bağdat’tan yazılan gizli raporda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı geçer.[59] Bu günlerde Said-i Nursi “Sunuhat” (1920), “Hakikat Çekirdekleri” (1920), “Nokta” (1921), “Rumuz” (1922) gibi bazı kitapçıkları kaleme almıştır.[59] Yine bu dönemde Said-i Nursi, İstanbul’daki “Darül-Hikmet’ül İslamiye” adlı kurumda görev yapmaya devam eder. “Said-i Nursi bunun son derece mutlu bir dönemi olduğunu belirtmektedir”.[59] Mustafa Kemal, Doğu Anadolu’da, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de İslamı anlatabilecek, bölgedeki insanları Kurtuluş Savaşı’na katılmaya çağıracak din adamlarına ihtiyaç duymaktaydı. Bu sebeple Said-i Nursi’yi Güney Doğu Anadolu’ya vaiz olarak göndermek istedi. Çünkü Said-i Nursi Kürt bölgelerinde tanınmış birisiydi. Zaten Said-i Nursi de, Emirdağ Lahikası’nın bir bölümünde Mustafa Kemal’in bu isteğinden bahseder. Onu da, Sunusi liderlerin Libya’da yaptıklarına benzer bir görevi üstlenmesi için davet ettiğini söyler. Mustafa Kemal böylece orada bir ittifak oluşturacak ve halkında bu ittifakta toplanmasını sağlayacaktı. Lakin o dönem Said-i Nursi “ruh hesaplaşmalarını” bırakıp Anadolu’ya geçmeye yanaşmadı. Daha sonra Kurtuluş savaşının bitimine rastlayan 1922 senesinde Anadolu'ya geçmiştir. Said Nurs-i, İngiliz politikalarına karşı bir risale yazdı. Ayrıca Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını “dinsiz” ve “zındık” ilan eden hıyanet fetvasına karşı, “bu fetvanın ilmen geçersiz olduğunu” beyan eden “Hutuvat-ı Sitte” adlı bir bildiri hazırlamıştır. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi.[60] Said Nurs-i bu bildiriyi yayınlamadan önce 3 müftü tarafından imzanan ve 64 müftünün ise onayladığı bir karşı fetva zaten yayınlanmıştı.[59] Bu fetva da “düşmana karşı mücadele etmenin din gereği olduğu” anlatılmıştı.[59]
1925'te Şeyh Said İsyanı'ndan sonra sürüldüğü Burdur’da Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazdı. 1926'da Barla’ya sürüldü. Burada Risale-i Nur’u telife başladı. Sözler ve Mektubat’ın tamamı, Lemalar’ın da büyük bölümünü burada yazdı.
1934'te Barla’dan Isparta’ya sürüldü. 1935 yılında “gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı on bir ay, on altı öğrencisi de altı ay hapse mahkûm edildi. Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kaldı ve orada tecrid altında tutuldu.[64] 1936'da Hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürüldü.
1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "rejimin temel düzenini yıkmak" iddiasıyla tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Beraat etti. Daha sonra Emirdağ’a götürüldü ve burada zorunlu ikâmete mahkûm edildi. 1947 yılında aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar Emirdağ’a götürüldü.
Bu dönemde, yazımı tamamlanmış olan Risale-i Nur eserlerinin farklı kesimden insanlara ulaştırılmasıyla ilgilenmiştir. Bu amaçla birçok şehirde ve köylerde el ile yazılan risalelerin okunması, okutulması, bazı merkezlerde risalelerin daktilo ile çoğaltılması; Ankara, İstanbul ve doğu illerini de kapsayacak şekilde risalelerin bütün toplumsal tabakalara ulaştırılması işleri ile ilgilenmiştir. Yine bu dönemde mahkemelerden iade edilen Nur Risaleleri ve bazı illerde bir kısım Nur Talebelerine dava açılması sebepleriyle resmi makamlarla görüşmeleri olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti hükümetinin Risale-i Nur hareketine olumsuz bakmaması ve yayımlanmasına engel olmaması sebebiyle, risaleler bu dönemde matbaalarda basılmış ve gerek Anadoluya gerek Mısır, Pakistan, ABD,İtalya gibi çeşitli ülkelere gönderilmiştir.[65]
23 Mart 1960'ta Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 12 Temmuz 1960'ta cuntanın emriyle mezarı yıktırıldı.[9]
Nursi, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklandı, yargılandı ve suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ricası üzerine Ankara'ya giderek kendisiyle görüştü ve bir süre Ankara'da ikamet etti. Daha sonra Van'a yerleşti. Şeyh Said'e isyan etmemesini telkin etmesine rağmen Şeyh Said İsyanı sonrasında takibe alındı ve Barla'ya sürgün edildi. Daha sonra'da Burdur, Isparta, Kastamonu ve Emirdağ'a yazdığı bazı kitaplar sebebiyle sürgün edildi. Kitaplarından dolayı yargılandığı dönemlerde aylarca Eskişehir, Denizli, Afyon hapishanelerinde tutuklu kaldı ancak beraat etti.
23 Mart 1960'da Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa'daki Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. Ancak 12 Temmuz 1960'da 27 Mayıs Darbesi hükümetinin emriyle mezarı yıktırıldı ve açıklanmayan bir yere (muhtemelen Isparta Şehir Mezarlığı[8] ) nakledildi.[9]
Takipçilerine "Nurcular" mensubu oldukları gruplara "Nurcu cemaatler" denir. Nurcular, Said Nursi'nin Risale-i Nur eserlerini ve bunlarda anlatılan dini fikirleri duyurmayı görev bilirler.[10]
Hayatı
Saîd- î Nursi, 1878[5] yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde (bugünkü adı Kepirli) doğdu. Babasının adı Mirza, annesinin adı Nuriye'dir.Nursi, hayatının "Eski Said", "Yeni Said" ve "Üçüncü Said" olmak üzere üç dönemden oluştuğunu ifade eder. Eserlerinde, 45 yaşına kadar olan hayatını "Eski Said" dönemi olarak ifade etmiştir. Eski Said, imani yöntemlerle birlikte İslamiyete siyaset yoluyla da hizmet edilebileceği fikriyle hareket etmiştir. Daha sonra, zamanın gelişen olayları onun bu fikrini değiştirmiş ve siyasetten tamamiyle çekilmiştir.[11].
Eski Said'in "Yeni Said"'e geçişinde, Said Nursi'nin, Abdulkadir Geylani'nin Fütuh'ul Gayb isimli kitabından aldığı ders önemli rol oynamıştır.[12] Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük kısmı Yeni Said döneminde yazılmıştır. Said Nursi, Eski Said ile Yeni Said dönemlerini "Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder." diye özetlemektedir:
1948'deki Afyon hapsinden sonraki hayatını ise "Üçüncü Said" dönemi olarak ifade etmiştir.[13]
Eski Said
Zamanın harikası (zamanın eşsiz güzelliği) anlamına gelen "Bediüzzaman" isminin yanı sıra "Molla Said", "Molla Said-i Meşhur", "Said-i Nursi", "Said-i Kürdi" gibi isimler kullandığı bilinmektedir.İlk eğitimini Nurs köyünde, ağabeyi Molla Abdullah'tan almıştır. Dokuz yaşında (1887) Tağ Köyü’ndeki Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesinde öğrenim hayatına başladı. 1888'de medrese eğitimini tamamladı.[14] Tarihçe-i Hayat isimli eserinin "İlk Hayatı" kısmında, izzetine çok önem verdiği ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediği bu nedeniyle Tağ köyü medresesinden ayrıldığı ve köyüne geri döndüğü yazılmıştır. Köyüne döndükten sonra, haftada bir ziyaretlerine gelen ağabeyi Molla Abdullah'ın verdiği dersleri takip etti. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca Molla Mehmed Emin Efendi Medresesi, Mir Said Veli Medresesi, Molla Fethullah Efendi Medreselerinde eğitim aldı. Risalelerinde, bu süre zarfında Kur’an’ı hatmettiğini, sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a kadar okuduğunu, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördüğünü, bu eğitimi sırasında her gün günde üç saat meşgul olarak yüze yakın kitabı okuyup ezberine aldığını, medreselerde eğitimi yapılan kitaplar dışında pek çok başka kitabı da okuduğunu yazmıştır.[15][16][17][18][19][20] Daha sonra icazetini aldığı ve sonra Doğubeyazıt’tan ayrıldığı bildirilmektedir.[21] Bu sırada arkadaşları ve bazı hocalarıyla olan tartışmaları ve kavgaları sebebiyle medrese eğitiminde aksamalar olmuştur.[22] Bir gün Said Nursi'yi öldürmek için Cezire Ağa'sının hizmetçisi hançerine davrananınca Said Nursi silahına davranır fakat muhatabında hareket görmeyince onu soğuk suya batırıp çıkarır.[23] Daha sonra köyüne dönen Said Nursi kışı köyünde geçirir.
Bir gün rüyasında kıyametin koptuğunu görür, sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir: Rüyasında "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" diye düşünür, ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberleri teker teker görür ve nihayet Muhammed'i ziyaret ettikten sonra uyanır.[24] Bu rüyadan etkilenerek tekrar eğitimine devam etmek istediğini babasına söyler, babasının izniyle Müküs ocağındaki Mir Hasan Veli Medresesine gider.
Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anladığı, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberine aldığı ve ilmi münazaralardan galip ayrıldığı gibi özelliklerinden etkilenen Molla Fethullah Efendi, Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabını vermiştir.[25][26][27][20]
Risalelerinde, bu dönemden sonra Bitlis’e gelen Said Nursi'nin ilmi alt yapısı ve farklı kişiliğinin, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çektiği ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis edildiği yazılmıştır.[28] Risale-i Nur kitapçıklarından alınan bilgilere göre burada iki yıl ilmi çalışmalar yapan Said Nursi daha sonra Van Valisi Hasan Paşa tarafından Van'a davet edilmiştir ve Van'da on yıl kadar ilmi çalışmalarına Vali Konağı'nda devam etmiştir. Hasan Paşa'nın valilik görevini bırakmasından sonra İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve Said Nursi konağın kendisine ayrılan bölümünde çalışmalarına devam etmiştir.[29] Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, kendi medresesi olan Horhor Medresesi'nde de talebelerine ders vermekte olduğu da kendi eserlerinde anlatılmaktadır.[30][31][32]
Said Nursi, fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelir. Mısır'daki El Ezher Üniversitesine kardeş olarak tarif ettiği bu üniversiteye Medresetüz-Zehra adını vermiştir. Bediüzzaman kendi deyimi ile İslam coğrafyasının merkezinde bu üniversiteyi kurarak din ilimleriyle fen bilimlerinin birlikte okutulmasını hedeflemiştir. Medresetüz-Zehra'nın Arapça, Türkçe ve Kürtçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir.[33] İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşmiştir.[34] Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sunan Said Nursi'nin bu talebi için hükümet bir teşebbüste bulunmadı. İstanbul'a gelişinden iki ay sonra Fatih'te bulunan Şekerci Hanı'na yerleşen [35] Said Nursi, odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkül hallolunur; fakat sual sorulmaz” şeklinde bir yazı asarak ilmi bilgisini kanıtlamak istedi.[36]
Van'da Medresetü’z-Zehra isimli bir okul kurma fikrini gerçekleştirebilmek için 1907 yılında II. Abdülhamit'e istida vermek amacıyla selamlık törenine üzerinde yöresel kıyafetleri, başında sarığı ve hançeri ile katıldı. Bu hareketi neticesinde önce tutuklandı daha sonra akıl hastahanesine kapatıldı.[37] 1907'de serbest kaldıktan sonra keskin bir Abdülhamit muhalifi olarak İttihat ve Terakki Cemiyetiyle irtibata geçmek için Selanik'e gitti. Selanik'te cemiyetin önde gelen isimlerinden daha sonra Selanik Mebusu olacak olan Emanuel Karasso ile ve cemiyetin diğer önderleri ile görüştü.[38] Selanik'de Meşrutiyetin İlanı'ndaki kutlamalarda II. Abdülhamit idaresine karşı hürriyet nutukları söyledi. Nutuklarında hürriyet'in gelmesinden önce Gebermiş İstibdadı muhafaza için şeriat meselesinden geri adım atılmış olduğunu söylemişti.[38] Bu dönemde Osmanlı Devletinin güvenlik ve istihbarat kurumu olan Teşkilat-ı Mahsusa'da görev aldığı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olduğu yazılmıştır.[37][39][40] Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 1915 yılında Bitlis'de Rus Cephesinde görevlendirildiği, Libya'ya gönderildiği tarihçi Cemal Kutay tarafından yazılmış ancak bu görevlendirilme bilgisinin doğru olmadığı yönünde itirazlar olmuştur.[41]
1907'de eğitimle ilgili islam ve bilimi eksen alan projelerini Sultan V. Mehmet'e sunmak üzere İstanbul’a geldi. Van'da kurmayı planladığı Medresetü'z Zehra padişah tarafından kabul gördü ve ödenek ayrıldı.[42]
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldi. İstanbul'da Derviş Vahdeti'nin Volkan Gazetesi'nde yazdı. İslamcı bir siyasal parti olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın (Fırka-i Muhammediye) kurucuları arasında yer aldı. Volkan Gazetesi bu fırkanın yayın organıydı. 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1323) tarihinde 31 Mart Vakası patlak verdi. Selanik'ten gelen Hareket Ordusu aradan 11 gün geçtikten sonra isyanı bastırabildi. Bazıları İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın ileri gelenleri olmak üzere isyanı çıkaranlar ve Derviş Vahdeti ile birlikte Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı, Derviş Vahdeti ve 16 kişi idam edildi, Said Nursi davadan beraat etti. Serbest kaldıktan sonra Serbesti Gazetesi'nde "ordunun ruhu ve ülküsünün okullu subaylar olduğunu, bunlara isyan etmenin cinayet olduğunu" yazmıştır.[43] İsyanın ardından Batum üzerinden Van'a gitti. 1911 yılında tekrar İstanbul’a döndü.
1911'de Şam, Emevîye Camii'nde büyük bir hutbe okudu. Bu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.
1915-1917 arasında Osmanlı-Rus Savaşında Kafkas Cephesinde gönüllü alay komutanlığı (albay) olarak Birinci Dünya Savaşı'na katıldı.[44] 1916'da Bitlis savunması esnasında yaralanarak Ruslara esir düştü. Bir yılı aşkın çeşitli Rus esir kamplarında esarette kaldı. 1917 yılında Kostroma Esir Kampı’nda iken kaçarak İstanbul'a döndü. İstanbul'a döndükten sonra zamanın en üst Fetva kurulu olan Dar-ül Hikmet-ül İslamiye'de görev aldı.
Kürt Teali Cemiyeti'nin üyeleri[45][46][47] Said Nursi'yi cemiyetlerine davet etmişlerdir. Ancak Nursi bu teklifi cemiyete gönderdiği bir mektupla reddetmiştir.[48][49] [50] 15 Şubat 1919 tarihinde sonradan Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alan Cemiyet-i Müderrisîn'in Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet Efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte kurucu azaları arasında yer aldı.[51][52] 1919'da Mesnevî-i Nuriye adlı eserini yazmaya başladı.
Mustafa Kemal'in ve Eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 9 Kasım 1922'de Ankara’ya gitmiş ve bir süre Ankara'da ikamet etmiştir.[53] Milli Meclis'in 2. oturumuna dinleyici olarak katılmıştır.[54] Ancak, Milletvekillerine yaptığı on maddelik beyannamede "Türkiye'nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği" çağrısı bazı kişiler tarafından sert olarak karşılandı.[55][56] Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı. Ankara’daki çalışmalarından sonra 17 Nisan 1923'de talebe yetiştirerek münzevi bir yaşam sürmek üzere Van’a gitti. Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.[57][58]
Nursi, I. Dünya Savaşı sonlarında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması günlerinde, 1918 yılında İstanbul’a geldi. Mütareke İstanbul’unda Boğaz’da Çamlıca’daki evini yeğeni ve aynı zamanda sekreteri olarak görev yapan Abdurrahman ile paylaşıyordu. Bu dönemde Said-i Nursi, İstanbul’da, Kürdistan Teali Cemiyeti’ni ve Kürt Neşriyat Cemiyeti’ni kurmaya zaman ayırmıştır.[59] İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından Bağdat’tan yazılan gizli raporda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı geçer.[59] Bu günlerde Said-i Nursi “Sunuhat” (1920), “Hakikat Çekirdekleri” (1920), “Nokta” (1921), “Rumuz” (1922) gibi bazı kitapçıkları kaleme almıştır.[59] Yine bu dönemde Said-i Nursi, İstanbul’daki “Darül-Hikmet’ül İslamiye” adlı kurumda görev yapmaya devam eder. “Said-i Nursi bunun son derece mutlu bir dönemi olduğunu belirtmektedir”.[59] Mustafa Kemal, Doğu Anadolu’da, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de İslamı anlatabilecek, bölgedeki insanları Kurtuluş Savaşı’na katılmaya çağıracak din adamlarına ihtiyaç duymaktaydı. Bu sebeple Said-i Nursi’yi Güney Doğu Anadolu’ya vaiz olarak göndermek istedi. Çünkü Said-i Nursi Kürt bölgelerinde tanınmış birisiydi. Zaten Said-i Nursi de, Emirdağ Lahikası’nın bir bölümünde Mustafa Kemal’in bu isteğinden bahseder. Onu da, Sunusi liderlerin Libya’da yaptıklarına benzer bir görevi üstlenmesi için davet ettiğini söyler. Mustafa Kemal böylece orada bir ittifak oluşturacak ve halkında bu ittifakta toplanmasını sağlayacaktı. Lakin o dönem Said-i Nursi “ruh hesaplaşmalarını” bırakıp Anadolu’ya geçmeye yanaşmadı. Daha sonra Kurtuluş savaşının bitimine rastlayan 1922 senesinde Anadolu'ya geçmiştir. Said Nurs-i, İngiliz politikalarına karşı bir risale yazdı. Ayrıca Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını “dinsiz” ve “zındık” ilan eden hıyanet fetvasına karşı, “bu fetvanın ilmen geçersiz olduğunu” beyan eden “Hutuvat-ı Sitte” adlı bir bildiri hazırlamıştır. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi.[60] Said Nurs-i bu bildiriyi yayınlamadan önce 3 müftü tarafından imzanan ve 64 müftünün ise onayladığı bir karşı fetva zaten yayınlanmıştı.[59] Bu fetva da “düşmana karşı mücadele etmenin din gereği olduğu” anlatılmıştı.[59]
Yeni Said
1925 yılında Şeyh Said Ayaklanması patlak verdi. Halkı islam dini adına ayaklanmaya çağıran Şeyh Said ve ayaklanmaya katılanlar tutuklandı. Şeyh Said ve suçlu bulunan ayaklanmacılar İstiklâl Mahkemesince idama mahkûm edildi. Şeyh Said isyanı ile ilgisi olduğu iddiasıyla Burdur'a sürgün edilen Said Nursi,[61][62] "Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem."[63] şeklindeki sözleriyle Şeyh Said'in baş kaldırısına karşı çıktığını ifade etti.1925'te Şeyh Said İsyanı'ndan sonra sürüldüğü Burdur’da Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazdı. 1926'da Barla’ya sürüldü. Burada Risale-i Nur’u telife başladı. Sözler ve Mektubat’ın tamamı, Lemalar’ın da büyük bölümünü burada yazdı.
1934'te Barla’dan Isparta’ya sürüldü. 1935 yılında “gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı on bir ay, on altı öğrencisi de altı ay hapse mahkûm edildi. Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kaldı ve orada tecrid altında tutuldu.[64] 1936'da Hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürüldü.
1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "rejimin temel düzenini yıkmak" iddiasıyla tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Beraat etti. Daha sonra Emirdağ’a götürüldü ve burada zorunlu ikâmete mahkûm edildi. 1947 yılında aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar Emirdağ’a götürüldü.
Üçüncü Said
1952'de Gençlik Rehberi eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a geldi ve bu davadan beraat etti. 1953'te Emirdağ’a döndü. İkinci defa İstanbul’a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti.Bu dönemde, yazımı tamamlanmış olan Risale-i Nur eserlerinin farklı kesimden insanlara ulaştırılmasıyla ilgilenmiştir. Bu amaçla birçok şehirde ve köylerde el ile yazılan risalelerin okunması, okutulması, bazı merkezlerde risalelerin daktilo ile çoğaltılması; Ankara, İstanbul ve doğu illerini de kapsayacak şekilde risalelerin bütün toplumsal tabakalara ulaştırılması işleri ile ilgilenmiştir. Yine bu dönemde mahkemelerden iade edilen Nur Risaleleri ve bazı illerde bir kısım Nur Talebelerine dava açılması sebepleriyle resmi makamlarla görüşmeleri olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti hükümetinin Risale-i Nur hareketine olumsuz bakmaması ve yayımlanmasına engel olmaması sebebiyle, risaleler bu dönemde matbaalarda basılmış ve gerek Anadoluya gerek Mısır, Pakistan, ABD,İtalya gibi çeşitli ülkelere gönderilmiştir.[65]
23 Mart 1960'ta Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 12 Temmuz 1960'ta cuntanın emriyle mezarı yıktırıldı.[9]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder